Weitere Informationen
Kitaptan Bir Bölüm:
Osmanlı çınarı sever. Hep büyümek istemiştir Osmanlı. Bu yüzden ağacın bile ulusunu sever. Binlerce yıllık ömrü olan çınarları diker. Bunları da hep bir çeşme başına ya da su kenarına yol kenarına diker ki ululuğunu herkes görsün. Ancak ululuk için de suyun lazım geldiğini iyi bilir. İşte çınar gibi Osmanlı hep suya, berekete, rahmete özenmiştir.Türkler bu kadar sinmiş, bu kadar korkmuş, bu kadar yorulmuş, bu kadar fakirleşmişken, neye dayanarak sadece kör bir cesaret ve boş bir gururla kurtuluş mücadelesine kalkışıyorlar ki? Neye güvenerek?.. Devletlerinin ne bir sistemi var ne de zengin bir ekonomileri.Türklerin teknikleri yok, kendi karınlarını dahi doyuramayacak bir tarımla, bir ülke ne kadar kalkınır ki? Yazık yazık. Şimdi hak veriyorum Osmanlı sömürü devlet değildir diyenlere. Hele onun yerinde İngiltere olacaktı, Rumeli’de verimli toprakları, Hicaz’da, Suriye’de, Irak’ta petrol yatakları, Anadolu’da ise bereketli pek çok ovası olacaktı, bunları değerlendirmeyecek ve işletmeyecekti ha. Bu, hazinenin üstünde oturup da hazineden habersiz birinin ataletliğine, sakinliğine, miskinliğine ne kadar da benziyor.Kendilerine uzatılan külaha bakıyorlardı. Almalarını ısrar edilince aldılar. Ellerinde akide şekeri külahları olduğu halde caminin bahçesini gezdiler. Mustafa Sagir, Nizamettin’e; “Bak bu milletin küçük şeyleri onları bir arada tutmasını sağlıyor, bir külah şeker bile. Şu okunan ezanlarla bizim anlamadığımız bir manevi gücü kendilerinde buluyorlar demek ki. Aksi halde her türlü yokluklarına rağmen mücadeleye kalkışmazlardı. O küçük şeyleri bizim törpülememiz lazım. Yıkmamız lazım.”Kasım ayının soğuk bir gününde İstanbul, o kadim şehir artık mutsuzluğa gömülmüştü. Sanki gökyüzündeki kara bulutlar şehrin üzerini bir zulmet perdesiyle örtmüştü. Son dönemlerde kara haberler ardı ardına başkente ve bütün yurda yayılırken, çaresizliğin pençesinde kıvranan pek çok insan ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Hele bu yaşlı, yorgun şehrin İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesi, Türklerin içinde kalan ümit ve kurtuluş gülünün goncalanmadan solmasına sebep olmuştu. Bütün gönülleri işgalin o sivri uçlu dikenleri bir bir çiziyor ve alabildiğine kanatıyordu.Bütün azınlıklar zaten İngiliz yanlısıydı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, İngilizlerin şehre hakim olmasından dolayı çok memnundular. Hele ticaretin tekellerinde bulunması, kendilerini bir kat daha memnun ediyordu. Türkler ise sinmişti. Korkmuştu. Hayır korkmamışlardı, bir kenara çekilmişlerdi. “Ne olacak?” diye bekliyorlardı. Şimdi onların dilinde bir ümit, bir yol gösterici olarak başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kazım Paşa, İsmet Bey, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Bey söyleniyordu. Hele Batı Anadolu’da Kuvayı Milliye birliklerinin Yunan’a karşı durması, Antep, Maraş, Urfa, Adana’da Fransızlara karşı gelinmesi içlerine hep ümit dolduruyordu. “Acaba bu fedakârlıklar başarıya ulaşacak mı?” diyorlardı. İşte burada İngilizlerin propagandasına kanmamak gerekiyordu.Bir yolunu bulacaklar ve gelecekler. Yeniden mücadele edeceğiz. 1908’de yaptığımız gibi. Bizler için ümit bitmez ve İttihatçılık ölmez!Bu yüzden ölmeyi değil, hayatta kalmayı isteyeceğiz ki hizmet edelim. Vatana, millete yardıma koşalım, şu yangını söndürelim. Ateşe beraber su taşıyalım. Ne yapabiliyorsak, elimizden ne geliyorsa onu yapalım.