Pinhan
Elif Şafak
Döndü halka / döndü olanca hızıyla / toprak ki siyah bir halka idi / ve geceye saklanırdı bazen / tuttu su ile karıştı / su ki sarı bir halka idi / rengiyle dalaşırdı bazen / tuttu toprağı kucakladı / eğildim suya baktım / suda kendimi gördüm / kendimi sen sandım / sarılmak için atıldım / köprüye hıncım yalan imiş / onu yıkarken suya karışan / ben oldum Bir de baktım ki / ben ben değilim artık / sûretim başka bir sûret / ismim bir başkasının ismi/ gönlüm ne yöne akar / ben ne yöne / verdiğin emaneti yitirdim yollarda / hata ettim/ kusur ettim / affola...
Kitaptan Bir Bölüm:
Taş köprünün tam orta yerinde durdu. Dağ, taş, dere, tepe, börtü böcek onunla beraber durup, soluğunu tuttu. Onlara dönüp yola devam etmelerini, arkalarından yetişeceğini söylemek istedi; ama yapamadı. Aniden bir ürperti yaladı tenini; hazan yaprağı gibi tir tir titredi. Hava bu kadar rakit, sema böylesine bulutsuz iken, yağmur muştulayan bu arsız rüzgârın nereden çıktığını kestiremedi. Ne öne ne arkaya, tek bir adım dahi atamıyordu. Soğuk terler boşaldı sırtından. Nicedir meftun olduğu şehir nihayet görünmüştü uzaktan. Ağyar ile karşılaşmadan evvel tanıdık bir simayı kucaklayabilmek umuduyla eğildiğinde, köprünün altında cuş eden suyla gözgöze geldi. "Bugün sana nazım geçmedi. De bana, vuslatımıza çok var mı?" diye sual etti. İlelebed süreceğini sandığı derin mi derin sessizlik, kabzası yakutlarla bezenmiş bir hançerle boydan boya yırtıldı. Beklediği cevabın kesik başı gümüş bir tepsi içinde ayaklarına atıldı.
Korktu. Gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten değil, dönüp de geride bıraktıklarını yerlerinde görememekten değil; bir kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu. Boynundaki sahtiyan keseyi burnunun hizasına kaldırıp, gönül okşayan bir nazarla baktı ona. Parmaklarını, derinin arkasına saklanan o yuvarlaklığın üzerinde uzun uzun gezdirip, incinin fısıltılarını, nefes alıp verişlerini dinledi. Keseyi öptü, derin derin kokladı. Sanki dağ, bayır, ova, tepe ve bilcümle mahlûkat ve hatta önüsıra uzanan koca şehir bu kokuyla yoğruluyor, vücut buluyordu.
Ferahlamıştı. Çünkü kesenin içindeki inci burada, yanıbaşındaydı; ve her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin asla boynundan ayrılmayacak, hep böyle ışıldayarak yolunu aydınlatmaya, ılık nefesiyle içini ısıtmaya devam edecekti. İnci boynunda asılı oldukça, hikâyesinin peşini bırakmayacak; korkularını âzad ettiğinde dahi titreyen dizlerine, gümbür gümbür çarpan yüreğine söz geçirmeye muvaffak olacaktı. Her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin ve kendini hangi sûrette bulursa bulsun...
Taş köprüyü geçecek takati bulabilmişti sonunda. Yabani otların, sivri dilli taşların, akbabaların afiyetle mideye indirdiği leşlerden artakalan kemiklerin arsızca tırmaladıkları bîçare ayaklarına muzipçe göz kırpıp, olanca kuvvetiyle yüklendi asasına. Dizlerine derman, yüzüne renk geldi. Yeniden yollara düştü.
Osmanlı devrinin taht şehrine az bir mesafe kala önüsıra ilerleyen kandil nazlı bir edayla sönüverdi. Demek ki varmıştı. Dâr-ı dünyada arayıp durduğu yer işte burasıydı. Sol omuzunda asılı duran koca boynuzu çatlamış dudaklarına yapıştırıp, vargücüyle üfleyerek, giderek yaklaşmakta olduğunu "oraya" ve "oralılara" haber verdi. O kallavi ses, şehrin kurşunî kubbelerinde içiçe geçmiş halkalar çizerek göğe ağdı; kül olup yere yağdı. Kül dediğin, devr-i Yusuf'tan beri havaya savrulurdu.
(232 Sayfa)
Kitaptan Bir Bölüm:
Taş köprünün tam orta yerinde durdu. Dağ, taş, dere, tepe, börtü böcek onunla beraber durup, soluğunu tuttu. Onlara dönüp yola devam etmelerini, arkalarından yetişeceğini söylemek istedi; ama yapamadı. Aniden bir ürperti yaladı tenini; hazan yaprağı gibi tir tir titredi. Hava bu kadar rakit, sema böylesine bulutsuz iken, yağmur muştulayan bu arsız rüzgârın nereden çıktığını kestiremedi. Ne öne ne arkaya, tek bir adım dahi atamıyordu. Soğuk terler boşaldı sırtından. Nicedir meftun olduğu şehir nihayet görünmüştü uzaktan. Ağyar ile karşılaşmadan evvel tanıdık bir simayı kucaklayabilmek umuduyla eğildiğinde, köprünün altında cuş eden suyla gözgöze geldi. "Bugün sana nazım geçmedi. De bana, vuslatımıza çok var mı?" diye sual etti. İlelebed süreceğini sandığı derin mi derin sessizlik, kabzası yakutlarla bezenmiş bir hançerle boydan boya yırtıldı. Beklediği cevabın kesik başı gümüş bir tepsi içinde ayaklarına atıldı.
Korktu. Gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten değil, dönüp de geride bıraktıklarını yerlerinde görememekten değil; bir kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu. Boynundaki sahtiyan keseyi burnunun hizasına kaldırıp, gönül okşayan bir nazarla baktı ona. Parmaklarını, derinin arkasına saklanan o yuvarlaklığın üzerinde uzun uzun gezdirip, incinin fısıltılarını, nefes alıp verişlerini dinledi. Keseyi öptü, derin derin kokladı. Sanki dağ, bayır, ova, tepe ve bilcümle mahlûkat ve hatta önüsıra uzanan koca şehir bu kokuyla yoğruluyor, vücut buluyordu.
Ferahlamıştı. Çünkü kesenin içindeki inci burada, yanıbaşındaydı; ve her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin asla boynundan ayrılmayacak, hep böyle ışıldayarak yolunu aydınlatmaya, ılık nefesiyle içini ısıtmaya devam edecekti. İnci boynunda asılı oldukça, hikâyesinin peşini bırakmayacak; korkularını âzad ettiğinde dahi titreyen dizlerine, gümbür gümbür çarpan yüreğine söz geçirmeye muvaffak olacaktı. Her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin ve kendini hangi sûrette bulursa bulsun...
Taş köprüyü geçecek takati bulabilmişti sonunda. Yabani otların, sivri dilli taşların, akbabaların afiyetle mideye indirdiği leşlerden artakalan kemiklerin arsızca tırmaladıkları bîçare ayaklarına muzipçe göz kırpıp, olanca kuvvetiyle yüklendi asasına. Dizlerine derman, yüzüne renk geldi. Yeniden yollara düştü.
Osmanlı devrinin taht şehrine az bir mesafe kala önüsıra ilerleyen kandil nazlı bir edayla sönüverdi. Demek ki varmıştı. Dâr-ı dünyada arayıp durduğu yer işte burasıydı. Sol omuzunda asılı duran koca boynuzu çatlamış dudaklarına yapıştırıp, vargücüyle üfleyerek, giderek yaklaşmakta olduğunu "oraya" ve "oralılara" haber verdi. O kallavi ses, şehrin kurşunî kubbelerinde içiçe geçmiş halkalar çizerek göğe ağdı; kül olup yere yağdı. Kül dediğin, devr-i Yusuf'tan beri havaya savrulurdu.
(232 Sayfa)
ISBN: 978-975-342-297-0
Yazar: Elif Şafak
Yayın evi: Dogan Kitap
10,90 €
Yazar:
Bu ürünü alanlar başka neler almışlar?
Değerlendirme
Yorum bulunmamaktadır: Yorum yazınız!